SENİ ANLATMAMI İSTESELERDİ
Benden, seni anlatmamı isteselerdi, bir yürek anlatırdım, içimde koskocaman bir dünya, dünyada kocaman bir fener ve sevgi yolu aydınlatan.
Deselerdi yaz onu; yazardım en güzel şiirleri, dilsiz istekleri, dipsiz kuyu sarınçlarında yuvarlanan aşkları, sevdaları . Yazardım parmaklarım morarıncaya kadar yazardım, yüreğim yorulup duruluncaya kadar.
Deselerdi çiz onu; çizerdim dünyayı, dünya her tarafı deli fırtınalar kaplamıs, şimşekler çakar, gökyüzünde bir hortum herşeyi kendine ceken, hızlı bir yagmur ve ardından açan bir gökkuşağı ve korkardım kendi çizdiğim dünyaya dokunmaya…
Deselerdi kim O?
O derdim, o işte yüreğinde deryaları taşıyıp ta tek bir dünyalıya konuşamayan, o sınırsız sevgi deryasında yelken açıp giderken sevgisini utangaç kişiliğine gömen ve rüzgara aşık, o kendi dünyasında biri idi.
Ve O derdim;
Beni sabahlara kadar kendisini düşünmek zorunda bırakan insafsızın biri. O konuşsa yüreğindeki tebessümlerde kaybolurdum, konuşsa yanmadan yıkılmadan söndürürdü beni derdim. Sigaram kadar tiryakisi olduğum, içkim kadar başımı döndüren, görmediğim kadar özlediğim, özlediğim kadar dokunamadığım, dokunamadığım kadar ürkek. O'na aşık mıyım desem ? Hayır derdim,o yüreğimdeki farklı bir sevgi, O dostum, O arkadaşım…
Ve O derdim;
Yaşayıp ta yitirdiğim değil, yaşamayıp ta bilmek istediğim, konuşmasını beklediğim, gözlerinin derinliklerinde yok olduğum, hasreti ile eridiğim, yanımda iken bile özlediğim, aydınlık günlerimi aradığım, yaşayamadığım özlemlerim….
Ondaki ben desem;
Aşkından, sevdasından deliler gibi yanan, yazdığı şiirlerde Leyla ile Mecnun'un aşkını yaşayan biri derdi . Sevgisi benim için yeter derdi… Vazgeçemediğim derdi, dostum, arkadaşım derdi ….
Ama bilmiyor ki bu yürek başka sever onu ..
Aşk mı? Hayır…..
Bir sevgili mi? ….Bazen evet bazen hayır…
Dost mu ? Evet
Arkadaş mı? Evet
Kaybetmek istemediğin mi? evet
ve O derdim;
O olmayan
yarınlarım.
UNUTMAK ZORUNDA KALDIN MI HİÇ !
Bir insanı unutmak zorunda kaldın mı hiç?
Hiç, bir insanı unutmak,
Bir insandan vazgeçmek,
Bir insanı hayatından sonsuza kadar çıkartmak zorunda
Kaldın mı?
Hani ölmüş gibi,
Hani uzatsan da elini tutamayacağını bilmek gibi,
Her an kapından içeri gülümseyerek gireceğini bekleyip
Ama aslında hiç gelemeyeceğini de bilmen gibi.
Ne zor şey değil mi ölmediğini bilmek,
Ama ölmüş gibi ulaşılmaz olması artık o insanın sana,
Ne kadar katlanılmaz bir gerçek değil mi
Sen hâlâ bu kadar sevgili iken?
Özlemek,
Bu kadar özlemek,
Etini kemiğini yakarcasına özlemek…
Çok kötü değil mi?
Bu kadar özleyip onu görememek,
Ona dokunamamak,
Onu işitememek,
Artık sonunun “Pi” hali değil mi?
Biliyorsun değil mi?
Ne kadar umutsuz bir arayıştır o,
Kalabalık caddede geçen binlerce yüze bakmak
Belki bir kez daha görebilmek için o yüzü,
Belki biraz önce geçti bu kaldırımdan diye düşünmek,
Belki şu an arkamda yürüyen insanların içinde bir yerde demek,
Belki şu an üzerimdedir gözleri diye paranoyalar yaşamak,
Ne zordur değil mi?
Ne kadar eritir insanı farketmeden.
Sen de biliyorsun değil mi bunları?
Bir sinema koltuğunda sen de iki kişi gibi oturdun mu hiç?
Hiç iki kişi gibi zevk aldın mı bir konserden yalnız başına?
Güzel bir kafe keşfettiğinde,
Güzel bir film seyrettiğinde,
Güzel bir şarkı dinlediğinde,
Güzellikleri oranında eksik kaldıklarını hissettin mi
paylaşamadığın için onunla?
Bir barın kalabalığında hiç yarım vücudunla sallandın mı ortada?
Hiç iki kişilik beyninle yarım insan olabildin mi?
Baktığında aynana sadece yüzünün bir yarısını gördüğün oldu mu hiç?
Sana hayatındaki en büyük yoksunluğu yaşatandan nefret edemediğin zamanlar oldu mu hiç?
Gözünün içine baka baka kolunu, bacağını kesen bir insanın yüzüne
Sevgi dolu bir gülümseme ile bakabildiğin zamanlar oldu mu hiç?
Hayatta inandığın bütün değerlerini altüst eden birisine aşk şiirleri yazabildin mi?
Onu içinde korumanın seni yok etmek olduğu zamanlara feda oldun mu hiç?
İçinde ağlayan çocuğa umut şarkıları söyleyemediğin,
Özlemini,
Susuzluğunu,
Açlığını gideremediğin zamanlar oldu mu hiç?
Kanayan yarasını gördüğün,
Ama merhem olamadığın zamanlar.
Gücünün,
Hani o tanrısal gücünün,
Bir çocuğun ağlamasını susturamayacak kadar olduğunu gördüğün zamanlar oldu mu hiç?
Can Dündar
VE TANRI KADINI YARATTI
Altıncı gün dolmak üzereydi
Ve Tanrı hala kadını yaratıyordu.
Bir melek çıkageldi.
Tanrı’ya;
– Ötekini, erkeği çok daha çabuk yaratmıştın, buna niye bunca zaman ayırıyorsun?
diye sordu.
Tanrı yanıt verdi:
– Çünkü buna çok değerli, çok farklı özellikler katıyorum.
dedi.
– Örneğin yüzlerce parçadan oluşturuyorum.
Ama yine bir bütün olmasını sağlıyorum.
Bu yarattığım bir çok çocuğa aynı anda sarılabilmeli,
Dünyanın her yerindeki çocukları kucaklayabilmeli.
Düşen bir çocuğun kanayan dizini de,
Yaralı bir yüreği de iyileştirebilmeli…
Melek sordu:
– Kaç eli, kaç kolu olacak?
– Sadece iki.
– İki el, iki kolla mı yapacak bu dediklerini…
– Hepsi bu değil…
Kendi yaralarını da kendi sarabilecek.
Ayrıca günde 18 saat çalışabilir durumda olacak…
Melek yaklaşıp kadına dokundu…
– Onu çok yumuşak yapmışsın.
– Yumuşak ama aynı zamanda çok güçlü.
Gücünü ve kaldırabileceklerini hayal bile edemezsin…
– Düşünmeyi de bilecek mi?
– Yalnızca düşünmeyi değil.
hem sağduyusunu kullanmayı,
Aklıyla ve yüreğiyle muhakeme etmeyi,
Hem de mücadele etmeyi,
Düşüncelerini savunmayı,
Sorun çözmeyi de biliyor…
Bunların yanı sıra, uzlaşmayı da biliyor…
Melek, kadının yanağına dokundu.
Eli ıslanınca bu nedir diye sordu.
Tanrı yanıtladı:
– Buna gözyaşı denir.
– Neye yarar?
– Kendini ifade etmeye yarar.
Acıyı, kuşkuyu, aşkı, yalnızlığı, onuru,
Ama aynı zamanda sevinci ifade etmesine yarar…
-Kadının kendini ifade biçimleri sonsuzdur:
o, sevinci, mutluluğu ve aşkı yakalayıp ,
Sımsıkı sarılmayı bilir…
Haykırmak istediği vakit susabilir;
Sustuğunda çığlığını duyurabilir;
Öfkelendiği vakit gülümseyebilir,
Ağlamak isteyince şarkı söyleyebilir,
Mutlu olunca ağlayabilir,
Korktuğu vakit gülebilir…
O inandığı doğrular için sonuna dek mücadele eder;
Haksızlığa karşı savaşır,
Çözüm yolunu biliyorsa,
‘Hayır’ yanıtını asla kabullenmez.
– Amma çok marifeti varmış!
– Arkadaşı doktora yalnız gitmesin diye ona refakat edendir.
Korkan birini gördüğünde,
‘Tut elimi korkma’ deyip,
Elini uzatandır…
Her düğün her doğum haberine mutlu olandır.
Tanıdığı ya da tanımadığı amma kendine yakın bildiği her ölüm haberine kalbi kırılandır.
Ama yine de yaşamı sürdürme gücünü kendinde bulandır…
Çocukları daha çok yesin diye ‘ben zaten toktum’ diyendir…
-Bir öpüş, bir sarılış, bir kucak açışla kırık,
Ya da yaralı bir yüreğin onarılacağını bilendir…
– Peki, bunun hiç mi eksiği ya da yanlışı yok?
– Hiç olmaz olur mu?
Var bir hatası:
“Ne kadar değerli olduğunu unutur…”
UZAKTAN SEVMEK
"Seni uzaktan seviyorum...." diye düşündü erkek içinden. "Yaklaşmadan, anlatmadan, anlaşılmadan.... Ben seni beklentisiz seviyorum. Hiçbir şey ummadan, talepte bulunmadan, hayal bile kurmadan. Kendi içimde taşıdığım sessiz sedasız bir sır bu. Ben belki de senden çok bu sırrı seviyorum."
Sen uzaktan sevebildin biliyorum, yaklaşmadan, anlatmadan, anlaşılmadan... Ve evet, beklentisizdin alabildiğine, hiç bir talebin olmadı, içinde sakladığın bir sırdım ve belki de bu yüzden sevdin beni böyle delice.
"Seni uzaktan seviyorum...." diye geçirdi kadın içinden ve başını çevirdi. Bakmadı bile ondan yana. Bakması gerekmedi.
Seni sevdiğimi söylememekteki ısrarım bu yüzden. Her şey böyle daha duru, daha güzel. Söylesem büyü bozulur. Zaman ağırlaşır, zaman hantallaşır. Doğallık kaybolur, konuşmalar yapaylaşır. Söylesem dünya durur, bir daha hiçbir şey aynı olmaz.
Uzaktan sevmek daha güzeldir bazen. Ne incitir, ne acıtır. Ne yaralar ne kanatır. Gözlerinle görmediğin ama sesini duyduğun, varlığıyla huzur bulduğun bir denizin yakınında yürümek gibidir böyle sevmek... UZAKTAN SEVMEK EN GÜZELİDİR BAZEN...
RİSK
Gülmek; "Saf" denme riskini göze almaktır.
Ağlamak ise; "Duygusal" görünme riskini.
Birine yakınlaşmak; "Kendini kaptırma" riskini,
Duygularını açmak; "Kendini ortaya koyma" riskini,
Hayalleri ve düşünceleri sergilemek ise; "Onları başkasına kaptırma" riskini göze almaktır.
Sevmek; "Karşılık görememe" riskini...
Yaşamak ise; "Ölme" riskini göze almaktır.
Umutlanmak; "Hayal kırıklığına uğrama" riskini,
Çabalamak ise; "Başarısız olma" riskini göze almaktır...
Ama riskler yaşanmalıdır. Çünkü hayatımızın en büyük riski, hiç risk almamaktır. Hiç risk almayan kişi, belki acı ve üzüntülerden korunabilir; Ama büyüyemez, sevemez, değişemez, hissedemez, öğrenemez. Garanti arayışlarıyla zincirlenmiş bir köle olarak yaşarken, Bedelini; özgürlüğünü kaybederek öder. Sadece; riski göze alabilen kişi hürdür.
BİR KADIN GİTTİĞİNDE
Alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir.
Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri, sadece, bakıp görmeye yaradığı halde
Kadın kısmı, neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle...
Sever, sevişir, beğenir...
Döver, küser, barışır...
Nefret eder, hesap sorar, azarlar...
Kovar, bağırır, çağırır, alay eder...
Yani aklınıza gelen birçok şeyi gözleriyle yapabilir kadınlar…
Erkek de bir insanoğlu, o da yapar demeyin!
Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar.
Asla, ne demek istediklerini anlamazsınız.
Gözlerini konuşturan, konuşturabilen sadece kadınlardır.
Mesela çocukluğunuzu düşünün...
Annenizin bin türlü bakışı gelecektir aklınıza.
Misafirler gitsin, ben sana gösteririm bakışı...
Hadi artık odana git, yat bakışı...
Ağzını şapırdatma! bakışı...
Kıçım tutulsaydı da seni doğurmasaydım bakışı...
Aynı babası bakışı...
Peki, babanızdan bir bakış var mı, aklınızda?
Hiç zannetmiyorum olduğunu.
Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt.
Şimdi de büyüklüğünüzü düşünün...
Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir?
Hiç..
Peki, kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir?
Çookk..
İşte bu yüzden
BİR KADIN GİTTİĞİNDE....
Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur.
Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler,
Özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, çünkü yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker "sarıkız".
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz
Değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Bir kadın gittiğinde
Balkon artık sessiz
Koridor kimsesizdir.
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında
Bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde...
Hep böyle olur;
Bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.
Kapı eşiğindeki "Dikkat et..." lafı duyulmaz artık,
Annesi gitmiştir "geç kalma" lafının
Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında
Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.
HAYATINIZDAKİ KADINI YİTİRMEMENİZ DİLEĞİYLE
PAPATYANIN HİKAYESİ
Koskoca bir bahçede harikulade çiçekler içinde bir papatya..Ve papatya aşık olmuş yanmış tutuşmuş Ak sakallı bahçıvana..Bir ümit bekliyormuş. Yüzlerce çiçeğin arasından Onunla sadece onunla saatlerce ilgilensin.. Buz gibi suyunu sadece ona döksün istiyormuş.. Sadece ona değsin makası Sadece ona gülsün dudakları.. Kıskanıyormuş bahçıvanı Kırmızı güllerden Sarı lalelerden Mor menekşelerden.. Zambaklardan…Papatya sadece bahçıvan için açıyormuş Bembeyaz yapraklarını..
Bir gün aşkı öyle büyümüş ki.. Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.. Eğilivermiş boynu.. Toprağa bakıyormuş artık.. Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş Ayaklarını görüyormuş.. Buna da şükür diyormuş.. Yetiyormuş ona bahçıvanın varlığını hissetmek.. Zaman akıp gidiyormuş.. Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.. Ne var sanki boynumu kaldırsa ,bir kerecik daha görsem yüzünü diyormuş..
Ve işte bir gün.. Bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış.. İncecik bedenini ellerinin arasına almış.. Elindeki sopayı köklerinin yanına toprağa sokmuş bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.. Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.. Hala göremiyormuş onu ama bedeni kurtulmuş.. Uzun bir müddet sonra Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye.. Gelen giden yokmuş.. Kahrından ölecekmiş papatya..
Ama işte bir sabah… Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.. Derin bir oh çekmiş.. Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.. Birden kendisine doğru gelen iki ayak görmüş.. Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş..Başka birisiymiş.. Adamın elinde bir de makas varmış.. Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru.. Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.. Bu gencecik yakışıklı bir delikanlıymış.. Gözleri gök mavisi saçları güneş sarısıymış.. Ama gövden seni taşımıyor demiş. Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış.. Ve bir hamlede başını gövdesinden ayırmış.. Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini.. O ak saçlı ak sakallı yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış..Bir de o gencecik yakışıklı delikanlıyı düşünmüş.. Ve o an anlamış neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini.. O her şeye rağmen papatyaya emek vermiş.. Ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş Ama onu aslında hep sevmiş.. Papatya anlamış artık.. Sevgi emek istermiş…Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini.. Teşekkür etmiş ona içinden.. Son yaprağı da kuruduğunda biliyormuş artık..
Gerçek sevginin söylemeden, yaşamadan ve asla kavuşmadan var olabileceğini..
KAVANOZ VE KAHVE
Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir.
Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır.
Sonda da kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur.
Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar…
Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler.
Bunun üzerine, Profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını, kavanoza döker.
Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar.
Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar.
Öğrenciler yine hep birlikte,
‘evet doldu’ derler.
Profesör bu defa da, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker.
Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur.
Profesör yine aynı soruyu sorar.
Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler.
Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır.
Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye.
Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur.
Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar…
Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar,
‘Bu kavanoz sizin hayatınızdır.
Tenis topları,
Hayatınızdaki önemli şeylerdir.
Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi.
Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter.
Çakıl taşları ise,
Sizin için daha az önemli olan diğer şeylerdir.
Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi.
Kum ise,
diğer ufak tefek şeylerdir.
şayet kavanoza önce kum doldurursanız,
Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz.
Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.
Vaktinizi ve enerjinizi,
ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz,
Bu defa da önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.
Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin.
Çocuklarınızla oynayın.
Sağlığınıza dikkat edin.
Sevdiklerinizle yemeğe çıkın.
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.
Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.
Gerisi hep kumdur…’
Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar,
‘Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?’
Profesör gülerek cevaplar ,
‘Bu soruyu bekliyordum.
Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun,
Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır…’
GİTME DUYGUSU
Her gidiş insanı yeni bir duruma hazırlar aslında; yitirdiklerimizle insanızdır biraz da!.. Ters gibi geliyor ama öyle işte...Yitirdiğimiz her değer yeni şafaklara uğurlamaz mı bizi? Elimizin çukurunda sıkı sıkıya tutamayız ki suyu; zaman da böyle işte, parmak aralarından akıp gidiyor!..
Birinin gidişine çok üzülecek kadar sevmek ne güzel bir şey!.. Bu kadar insan hissetmek kendini, daha da güzel!..Öğrendiklerimin, biriktirdiklerimin sağlamasını yapıyor zaman gidişlerle, terk edişlerle, bırakışlarla!..
Bir de gitme duygusu var ki; hepimizin içine önceleri misafir sonra ev sahibi yaptığımız o gitme duygusu!..Bazen gitmek O' nu çok sevdiğini kanıtlamaktır!..
DÜN BUGÜN YARIN
Çok zaman önceydi. O kadar zaman önceydi ki zaman diye bir şey yoktu.İnsanlar güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı.Bir daha hiç olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı.
Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan. Bir parçasına dün dedi, diğer parçasına bugün, öteki parçasına da yarın.Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu. Dünü düşünüp pişman oldu, yarını düşünüp telaşlandı; ama işin ilginç tarafı tüm telaş ve pişmanlıklarını hep güneş doğup batıncaya kadar yaşadı....Farkında olmadan rezil etti bugününü.
Oysa yarın, bugüne dün diyor, dün de bugün için yarın diyordu.Bir türlü beceremedi. Bir eliyle yarına, diğeriyle düne yapıştı. Bugünü eline yüzüne bulaştırdı… mutsuz oldu insan.
Ve ne gariptir ki yarının telaşını da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı;ama bugünü hiç yaşayamadı ne yarın ne de dün!
.. SENDEN ASLA VAZGEÇEMEM ..
? Senin için ‘ yasak ‘ dediler. Yasaklar çiğnenmek içindir, dedim.
? Senin için... ‘ imkânsız ‘ dediler. Önemli olan imkânsızı başarmak, dedim.
? Senin için ‘ olmaz ‘ dediler. Dünyada olmayacak şey yok, dedim.
? Senin için ’ zor ‘ dediler. Kolay olsaydı değeri olmazdı, dedim.
? O'nda bulduğun nedir ki dediler. ...Herkeste arayıp bulamadığım, dedim.
? Senin için 'O' ne dediler.Hayattaki gülen yüzüm, dedim. !
? Ona öyle nasıl bağlandın dediler. Ben değil o ”bağladı” dedim.
? O da senin gibi sevdi mi dediler. İşte cevap veremediğim tek şey buydu.
? Eğer bunu bilmiyorsan vazgeç dediler.
VAZGEÇECEK OLSAYDIM SEVMEZDİM,dedim....
UNUTMAK KURTULUŞ MU ?
Hani insan bazen ne ileri ne geri, tek bir adım atamaz ya. Birini yanında tutmayı bilemez, ama onun yokluğunu da istemez, kaybetmeyi göze alamaz ama kazanmak için de mücadele etmez, bağlanmaya cesaret edemez, ama azat da etmez O'nu. Ne sevilmekten vazgeçer, ne sevmeyi bilir... Hani çok sonra zaman geçer savrulurlar ya.... O zaman dökülür dudaklardan itiraf edercesine: ne gözümü alabildim ne de göze alabildim ..
İşte o zaman çırpınışlar başlar ama çok geç olmuştur..Artık geriye dönüş yoktur, ne yapsa faydası yoktur, kalp bir kırıldı mı, küstü mü ne fayda..Bir ayağın içerde bir ayağın dışarda sürünüp gidersin.
Belki de sevdanın sonuydu, uykusuz gecelere esir olmuş gözlerdeki yaşlar bir yağmur bulutu oldu... Yalancı sevdaların içinde kaybolan yüreğim, alışkınım her rüzgarda savrulmaya, bir umuttur hayat, tümüyle beklentidir...
Unutmak belki de kurtuluştur...
SUSTUM...!
Tuz basıp yaralarıma, ne kadar susulacaksa o kadar sustum!
Tam acılarımı haykıracaktım ki, sustum...!
Bir çığlık kanıyor demedim en derininde yüreğimin... İçimdeki volkanları boğarak sustum...!
Açmadım kimselere yüreğimi...! Hançeri sadece kendime sapladım ve sustum...!
Hüznü yüzümde, acıları gözlerimde topladım sustum...!
Bir ah sürüp dudaklarıma... Ne kadar susulacaksa, o kadar sustum .
SÖYLEMEDİN Kİ…
" Sen benim “İmkansızımsın” demeseydin de, “Seninle her imkansıza göğüs gererim” deseydin… Belki tüm imkansızlıkları yok ederdim seninle… Söylemedin ki…
“Sen benimsin” demeseydin de “Ben sana aitim” deseydin… Başka yüreklerde olsan da varlığını hissedebilirdim, bana ait olan hep bende kalır diye… Söylemedin ki…
“ Senin için her zorlukla savaşırım” değil de; “Senden gelen hiçbir şey zorluk değil” deseydin; İnanırdım yüreğinin sadece benim için çarptığına, cesaretine… Söylemedin ki…
“Sen olmadan yaşayamam” değil de, “Sensizlik diye bir şey yok; sen var olmasan da benimlesin” deseydin… İnanırdım sevginin sonsuzluğuna, aşkın sıcaklığına… Söylemedin ki…
“Sen benim rüyamsın” değil de “Gerçekleşen rüyamsın” deseydin; Uzağında da olsam yaşatırdım bu gerçeği sende, rüya olmaktan çıkarırdım bizi… Söylemedin ki…
“Sen benim eş ruhumsun” değil de, “Sen aslında Bensin” deseydin… Yokluğunda bile devam ettirirdim sen olmayı, kendimi unutmak olsa da sonu… Söylemedin ki…
“Seni Seviyorum” değil de, “Seni hep seveceğim” deseydin. Yalan da olsa sevgin, hiç dönmeyecek olsan da inanırdım bana bir gün döneceğine… Beklerdim ömrümün sonuna kadar gelmeyişlerini… Söylemedin ki…
SUSKUNLUĞUMLA BAŞBAŞAYIM
Ufacık odamda, kocaman sığdırdığım bir hayat benimkisi...
Her şey o odanın içinde başlayıp, o odanın içinde son buluyor..
Bütün sevinçlerimi, hüzünlerimi o odanın içinde tek başıma ruhumla paylaştım çoğu zamanlar...
Ama artık ufacık odama sığdırdığım kocaman hayata bile sığamıyorum..
Ama artık ufacık odama sığdırdığım kocaman hayata bile sığamıyorum..
Aklımın oyunları durmak bilmiyor..
Her seferinde hayata yeni başlangıçlar yapıp ve o başlangıçların bitmesi
yine aynı yerden bir kısır döngü halinde başa sarması çok can sıkıcı olmaya başlıyor..
Her seferinde hayata yeni başlangıçlar yapıp ve o başlangıçların bitmesi
yine aynı yerden bir kısır döngü halinde başa sarması çok can sıkıcı olmaya başlıyor..
Ardı ardına bilinmezlik senaryoları beliriyor beynimin bir köşesinde..
ve akıl oyunu oynamaya başlıyor..
ve akıl oyunu oynamaya başlıyor..
Tek kişilik odamda çok kişilik oyunlar...
ve ben yine sobelenen oluyorum..
Şimdilerde ise yeni bir oyunun başlangıcındayım.. Oyunun adı ne yapacağımı bilmiyorum..
ve ben yine sobelenen oluyorum..
Şimdilerde ise yeni bir oyunun başlangıcındayım.. Oyunun adı ne yapacağımı bilmiyorum..
Oyun bitiyor ve ben yine küçücük odamda suskunluğumla baş başayım....
SU İLE ÇİÇEK
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, suya aşık olmuştur.
İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
“Sırf senin hatırın için ey su” diye…
Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
bir şeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba
“Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar.
Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Çiçek, suya “Seni seviyorum der. Su, “Ben de seni
seviyorum” der. Aradan zaman geçer ve çiçek
yine “Seni seviyorum” der. Su, yine “Ben de” der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler…
Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya “Seni seviyorum.” der.
Su da ona “Söyledim ya ben de seni seviyorum.” der
ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine…
Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki; “Seni ben,
gerçekten seviyorum.” Çok hüzünlenir su bu durum
karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
nedir sorun diye…Doktor gelir ve muayene eder
çiçeği. Sonra şöyle der doktor: “Hastanın durumu
ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez.”
Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
bakar suya ve der ki: “Çiçeğin bir hastalığı yok dostum…
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.
Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
“Seni seviyorum” demek yetmemektedir…
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, suya aşık olmuştur.
İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
“Sırf senin hatırın için ey su” diye…
Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
bir şeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba
“Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar.
Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Çiçek, suya “Seni seviyorum der. Su, “Ben de seni
seviyorum” der. Aradan zaman geçer ve çiçek
yine “Seni seviyorum” der. Su, yine “Ben de” der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler…
Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya “Seni seviyorum.” der.
Su da ona “Söyledim ya ben de seni seviyorum.” der
ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine…
Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki; “Seni ben,
gerçekten seviyorum.” Çok hüzünlenir su bu durum
karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
nedir sorun diye…Doktor gelir ve muayene eder
çiçeği. Sonra şöyle der doktor: “Hastanın durumu
ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez.”
Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
bakar suya ve der ki: “Çiçeğin bir hastalığı yok dostum…
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.
Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
“Seni seviyorum” demek yetmemektedir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder